Müşevvikler ve aşı
İnsanların aşı olmaya teşvik edebilir miyiz? İktisadi müşevvikler aşılama stratejisinin bir parçası olabilir mi?
- Kaliforniya, insanları aşı olmaya teşvik etmek için bir aşı piyangosu düzenliyor. Program kapsamında aşı olanlar çekilişte yer almaya hak kazanıyor. Benzer bir uygulama Ohio'da da var. Bazı şirketler de çalışanlarını aşılanmaya teşvik için çeşitli ödüller veriyorlar. Houston'da bir hastane, aşı olan çalışanlarına 500 dolar bonus veriyormuş. Sırbistan da aşı olanlara 25 dolar teşvik veriyormuş.
Peki aşıyı böyle teşvik etmek iyi bir strateji mi? İlk bakışta, bu güzel bir strateji gibi görünüyor. Normalde aşı olmayacak biri, çekilişte 50 bin dolar kazanma ihtimalini düşünerek veya şirketin vereceği bonusu almak için aşı olmaya karar verebilir. Ama bu türden parasal müşevvikleri düşünürken, bunların olası diğer etkilerini de dikkate almak gerekiyor. En basitinden, aşıyı parayala veya piyangoyla teşvik etmenin aşı ile ilgili ne tür bir mesaj verdiğini düşünmekte fayda olabilir.
- Mesela, davranışsal iktisatçı Uri Gneezy, aşılanmayı bu şekilde teşvik etmenin insanlara aşının riskli olduğu mesajını verebileceğini söylemiş. Benzer bir şekilde, geçen sene yayınlanan bir makalede parasal müşevviklerin aşıdan şüphe duyanları teşvik etmeyeceğini söylüyor. Neden? Aşıdan zaten şüphe eden kişinin, “eğer olmam için para veriliyorsa bu kötü veya zararlı bir şey olmalı” düşünmesine yol açtığı için.
Tek sorun, parasal müşevviklerin yanlış mesajı verecek olması da değil. Aşı için para vermek, etik açıdan doğru mu? Bunu da düşünmek lazım. Mesela, gelir durumu kötü olanlar parayı almak veya çekilişe katılmak için kendilerini aşı olmak “zorunda” hissedebilir. Diğer tarafta, gelir durumu iyi olanlar para konusunu düşünmeden aşı olup olmamaya özgürce karar verir. Aşı olmak iyi bir şey tabii ama konu bu değil. Kamu otoritesinin teşvik politikasını sadece düşük gelirliler için daha etkili olacak şekilde düzenlemiş olması.
- Harvard Public Health Review'deki bir makalenin yazarı, bunun aşıda parasal müşevviklere karşı çıkmak için yeterli bir argüman olduğunu düşünüyor.
- Bu konudaki bir başka yazı ise aşı olanlara para vermenin hem gereksiz hem de ters tepebilecek bir strateji olduğunu söylüyor.
- Sırbistan'ın aşı teşvik programını tartışan bir başka makale de aynı kaygıları dile getiriyor.
- Penn Medicine Center for Health Care Innovation'un yönetici David Asch ise, insanları zaten yapacakları bir şey için paraya teşvik etmenin iktisadi olarak etkin bir politika olmadığını söylüyor.
- Daha detaylı bir argüman okumak isterseniz, Nisan ayında Journal of Medical Ethics dergisinde yayınlanan “What money can’t buy: an argument against paying people to get vaccinated” başlıklı makaleye bakabilirsiniz.
Bütün bunlara karşılık, kendisini davranış bilimci ve etikçi olarak tanımlayan hukuk profesörü Christopher Robertson ise doğru tasarlanmış bir müşevvik programının işe yarayacağını
düşünüyor. Robertson'a göre bu konuda dile getirilen ahlaki argümanlar çok da güçlü değil. (Az önce bahsettiğim) Davranışsal iktisatçı Uri Gneezy de benzer bir şekilde, piyango veya para vermek dışında başka müşevvikler kullanılabileceğini düşünüyor. Mesela, yerel işletmelerde kullanılabilecek hediye kartları vermenin uygun olabileceğini söylüyor.
Gördüğünüz gibi, bu parasal müşevvikler konusu ilk bakışta görüldüğü kadar kolay bir konu değil. “
Şu Ahlaksız İktisatçılar” başlıklı eski bir yazımda bu konuyu ele almıştım. Belki bakmak istersiniz. Özet şu: parasal müşevvikler bazen insanların gerçek motivasyonlarını olumsuz etkileyebiliyor. Mesela, iyi bir insan olduğunuz için veya yapılması gereken doğru şeyin bu olduğunu düşündüğünüz için kan vermeye gidiyor olabilirsiniz. Kan vermeyi parayla teşvik eden bir program, bu işi asıl yapma nedeninizi ortadan kaldırabilir ve daha az sıklıkla kan vermeye gitmenize neden olabilir. Bu “crowding out” veya “dışlama” etkisi, parasal müşevvikler kullanılan politikaların dikkatli bir şekilde tasarlanmasını gerektiriyor. Samuel Bowles, “
The Moral Economy” başlıklı kitabında iktisat politikalarının “crowding out” etkisini dikkate alarak nasıl tasarlanabileceğini tartışıyor. Okumak isteyebilirsiniz.
Geçen haftalarda yayınlanan
bir çalışma da bu konuda düşünmemize yardımcı olabilir, belki. Bazı alış verişler tiksindirici veya iğrenç (repugnant) olarak görülür. Bazıları ise sadece ve sadece yüksek fiyat karşılığı yapıldığında tiksindirici olarak algılanır. Tabii neyin normal, neyin iğrenç bulunduğu kültürden kültüre değişir ama örnek vermeye çalışayım. Mesela ayak parmaklarınızı satılığa çıkarırsanız, bu pek çok kişi tarafından yadırganır, iğrenç bulunur. Fiyatın az ya da çok olması bu değerlendirmeyi pek değiştirmez. Öte taraftan, tıbbi deneylere katılanlara biraz para verilmesi çoğu zaman normal karşılanır. Ne var ki, tıbbi deneylere katılanlara çok fazla para verilmesi bazı insanların yadırgadığı ve iğrenç bulduğu bir şeydir. Aynı şekilde, üreme ile ilgili piyasalarda, taşıyıcı annelik veya sperm bağışı karşılığında ödemeler yapılsa da, yüksek fiyatlar pek çok yerde yadırganır veya iğrenç bulunur. Yapılan yeni bir çalışma, insanların yüksek fiyatları iğrenç bulmasının hatta yasaklamak istemesinin temel nedenlerininden birinin insanların “yüksek parasal müşevviklere kanacak olması” endişesi ile ilişkilendirilebileceğini gösteriyor. Yani aslında sorun çok para ödenmesi değil, bu paranın insanları normalde yapmayacakları bir şey yapmaya teşvik etmek için ödenmes–ki burada teşvik etmek artık biraz “kandırmak” gibi algılanıyor.
Bizim için daha önemlisi ise şu: yapılan çalışma gösteriyor ki etikçiler ile normal insanlar arasında farklar olabilir. Yani etik uzmanlarının, ahlak felsefesi çalışanların ve tıbbi etik alanına gönül vermiş olanların kaygılarıyla normal insanların kaygıları örtüşmüyor olabilir. Çalışma, yüksek parasal teşvikleri iğrenç bulanların oranının, etikçilerle kıyaslandığında o kadar da yüksek olmadığını gösteriyor. Yani belki de “aşı için para verirsek, düşük gelirlilere eşit davranmamış oluruz, pratik olarak onları aşı olmaya ‘zorlamış’ oluruz” diyen etikçiler, bireylerin bu teşvikleri nasıl yorumlayacağını göremiyordur. Belki de aşı olma karşılığında parayı alan “bak bebek bezi kalmamıştı, şu parayla da onu alıp eve giderim” diyordur veya “bu parayı verdikleri iyi oldu, şurada oturup iki bira içeyim” diyordur… Özetle, parasal müşevvikler konusu güzel konu sayın izleyiciler.
Peki ben ne düşünüyorum? Zor soru! Birincisi, şirketlerin çalışanlarını aşı olmaya teşvik etmesinde bir sakınca görmüyorum. Düşünün, çalıştığınız şirket aşı olmanız için size üç gün ücretli izin verse fena mı olur? Öte taraftan, kamunun uygulayacağı bir teşvik programını daha dikkatlice düşünmek lazım. Zaten aşı olacaklar için sorun yok. Muhtemelen, “Hem aşımı olurum hem de devlet desteğini alırım; oh ne güzel!” derler. Ama zaten aşı olacakları için, bunlara para vermenin bir faydası da yok. Aşı olmayı teşvik politikasının başarısı, aşı olup olmamak konusunda kararsız olanları ne kadar teşvik ettiğine bağlı. Bunlar söz konusu olduğunda parasal teşvikler (veya piyango) aşıyla ilgili ek şüphe yaratabilir. Aynı maliyetle, aşı konusunda halkı bilgilendiren ve aşı olmayı özendiren kampanyalar yapılabilir belki. Misal, aşı olmanın toplumsal bir görev olduğu algısını oluşturmak, parasal müşevviklerden daha etkili olabilir. “Sadece kendim için değil, toplumun diğer bireylerini de korumak için aşı oluyorum” diye düşünen birinin aşı olma ihtimali daha yüksek olur gibi geliyor bana. Tabii bunlar bilimle alakası olmayan komplo teorisyeni aşı karşıtlarını ikna etmez ama olsun. Onlar için yapılacak çok bir şey yok.
Başka ne yapılabilir? Davranışsal iktisadın “dürtme” politikalarına başvurulabilir. Konu Freakonomics ‘
podcast’inde de ele alınmış. 'Podcast'in
okuma listesinde ilgili makaleler yer alıyor. Bu
çalışmalardan biri, “this is a reminder that a flu vaccine has been reserved for your appointment” şeklinde gönderilen bir hatırlatma mesajının oldukça etkili olduğunu bulmuş. Yani aşı olacak kişiye kendisi için bir zaman ve aşı rezerve edildiğini söylemek etkili olmuş. Bu çalışma, grip aşısı için ama Covid-19 aşıları için de böyle maliyetsiz dürtme politikalarına başvurmak aşılamada başarıyı arttırabilir.
Bu konuda daha çok okuma yapmak ve düşünmek lazım. Belki ilerleyen sayılarda daha detaylı ve sistematik bir şey yazarım. Belki de yazmam. Bakalım.
Batı nasıl zengin oldu?
Yaz zevzekliği ile konuyu günümüze bağlamam icap ederse, şunları söyleyebilirim. Joel Mokyr, iktisatçıların Adam Smith'ten beri cevaplamaya çalışıp da bir türlü tam cevaplayamadıkları sorunun (“milletlerin zenginliğinin kaynağı nedir?”) bir versiyonunu cevaplamaya çalışıyor: Batı nasıl zengin oldu? İktisat ne diyor? Teknolojik ilerleme! Değil mi? Batı teknolojik ilerleme sayesinde zengin oldu! Bu kulağa hoş geliyor ama okuyanlar hatırlar, Jared Diamond “
Tüfek, Mikrop ve Çelik” (1997) başlıklı kitabında bu soruyu,
“Coğrafya!” diye cevaplıyordu. (Belgeseli de var,
burada.) Diyordu ki,
“teknoloji dediğiniz tüfek, mikrop, çelik! Ama batının neden teknolojisi vardı? Bir onu sorun bakalım! Neden? Çünkü coğrafya ve birbirini etkileyen daha bir çok şey! Ama esas olarak ve son kertede coğrafya!” Yine hatırlarsanız, Daron Acemoğlu ve James Robinson da “
Ulusların Düşüşü” (2015) başlıklı kitaplarında,
“Coğrafya olur mu canım ya! Şaka yapıyor olmalısınız! Ha ha ha! Asıl açıklama kurumlar! Kapsayıcı kurumlar!” diyordu.
“Kapsayıcı kurumlar olmazsa belki kısa ve orta dönemde büyüme olur ama uzun dönemde kapsayıcı kurumlardır esas olan.” İşte, Joel Mokyr da “
A Culture of Growth”'ta (2018) diyor ki,
“Kurumlar mı? Tabii güzel, canım kardeşlerim! Kurumlar iyidir! Ama ya kültür? Ya kültür? Kültürü göz ardı edebilir miyiz? Ha? Edebilir miyiz?!”. Ve ekliyor,
“Güzel kardeşlerim, 'bilime, bilgiye, öğrenmeye karşı tutum nedir?’ Ben ona bakarım. Sonuçta kültürel inançlar bilim ve teknolojiyi etkiliyor mu? Etkiliyor!” Evet, üç kitap, üç değişik neden: coğrafya (coğrafi avantajlar), kapsayıcı kurumlar (demokrasi, hukukun üstünlüğü vb.) ve kültür (bilime karşı tutum). Bahsettiğim yazarlar, her ne kadar kendi favori nedenlerini öne çıkarsalar da hepsi bir ölçüde bu üçünün batının nasıl zengin olduğunu açıklamamıza yardım edeceğini düşünüyor. Bu üç faktör, belki Türkiye'nin geleceğini düşünürken de faydalı olur. Hatta bence Türkiye işi şansa bırakmayıp her üç alanda da reformlar yapsın. Doğal kaynaklarını yok etmeyen, çevreye duyarlı bir büyüme stratejisi geliştirsin; Paris İklim Anlaşmasını falan imzalasın. Demokratik kurumları ve hukukun üstünlüğünü yeniden inşa etsin. Eğitimi ve bilimsel bilgiyi el üstünde tutan, eleştiriye karşı hoş görülü bir toplum olmak için elinden ne geliyorsa yapsın. Bunun tersini yapınca olmadığını, işlerin sarpa sardığını net bir şekilde gördük.